sinema vs.

Pazar, Aralık 31, 2006

Enternasyonal

Yerli sinemada 2006'nın son sürprizi... Yılın en hoş, en yüreklere su serpen filmlerinden biri. Beynelmilel..

“İdam düpedüz ölüm değildir. Toplama kampı nasıl salt hapishane değilse, idam da yalnızca kişinin canından olması değildir. Birçok kanun önceden tasarlanan suçu, salt öfkeyle işlenen suçtan çok daha ağır hükümlere bağlamıştır. Önceden en inceden inceye düşünülüp tasarlanan cinayet idamdır. Hiç bir caninin eylemi, ne kadar ince hesapla hazırlanmış olursa olsun, bununla kıyaslanamaz. Çünkü kıyaslanabilmesi için, kurbanına kendisini öldüreceği günü önceden haber vermiş ve o andan itibaren kurbanını aylarca kendi merhametine terketmiş bir caniye ölüm cezasının uygulanması gerekirdi. Böylesi bir canavara kişiler arasında rastlanamaz.”
--Albert Camus

Cuma, Aralık 29, 2006

Yeni yıl temennileri








Salı, Aralık 26, 2006

En acayip USB şeyleri

Flash disk tasarımında Japonlar, işin cılkını çıkarmış durumda. Uzakdoğu mutfağının iştah açıcı örneklerini mi istersiniz, suşi'lisinden mi arzu edersiniz, yoksa başparmaklısını mı, seçenekler gani... Altın kaplamalısının da yapıldığı rivayet ediliyor.
Bitmedi... Doğallık takıntısı olanlar için, odundan olanı bile var! Bunu ise Japonlara değil, son yıllarda 'sürdürülebilirlik' kavramıyla kafayı bozan Avrupa zekasına borçluyuz. Gün gelir tesbihlisini de görürsek hiç şaşmayalım.

Cuma, Aralık 22, 2006







Çarşamba, Aralık 13, 2006

General gerçekten öldü mü?

“[...] Ne kadar adi olursa olsun bir insanın ölümünü bir sevinme vesilesi haline getirme teşebbüslerini hep ihtiyatla karşılamışımdır, fakat bu olayda, sevinçle karşılanan şeyin bir adamın ölümü değil, bilakis, yeni bir ulusun doğuşu olduğunun farkına vardım.

Santiago tepelerinde dans edip duranların tekrarlayıp durdukları tek bir sözcük vardı ve o da gölge sözcüğüydü. Bir kadın, La sombra de Pinochet se fue,” (Pinochet’nin gölgesi kalktı) dedi, sonra başka bir adam onun sözünü tekrarladı ve birden başkalarının ağzına yerleşti: Onun gölgesi kalktı, Pinochet’nin gölgesinden çıktık. Sanki bin vebanın laneti bu topraklardan silinip gitmiş gibi, sanki bir daha hiç korkmayacakmışız gibi, sanki bir daha hiç geceleri helikopter sesleri duymayacakmışız gibi, sanki bir daha hiç hava acıyla ve şiddetle kirlenmeyecekmiş gibi...

Tiranın ölümünü kutlayanların (ki çoğu gençti) gözünde, Augusto Pinochet’nin fesat ve pişman olmak nedir bilmez kalbi çarpmaz olduğu zaman sanki bir şey kesin olarak, şatafatla kırılmıştı. Onlar -benim gibi- hayatlarını bu anı, artık büyümemiz ve ters giden her şey ama her şey için Pinochet’yi suçlamayı kesmemiz gereken bu anı, onun ufkumuzdan kaybolduğu bu anı, karanlığın kalktığı bugünü, ülkemizin sıfırdan başlamak üzere arınacağı bu Aralık ayını bekleyerek geçirmişlerdi.

General gerçekten öldü mü? Hayatımızın her şizofrenik aynasını görüntüsüyle kirletmeyecek mi artık? Şili bölünmüş bir ülke olmaktan çıkacak mı? Yoksa o, geleceğin annesi, Santiago’nun orta yerinde sevinç içinde zıplayıp duran, bugünden itibaren her şeyin farklı olacağını, çocuğunun Pinochet’nin ebediyen defolup gittiği bir Şili’de doğacağını yedi düvele haykırıp duran yedi aylık hamile kadın mı haklı çıkacak?

Bu ülkenin ruhu için vereceği kavga yeni başladı.”

Ariel Dorfman

Pinochet’nin ölümünün duyulduğu gece, Santiago, Şili
(NY Times, 12.12.2006, Çev: O. Akınhay)

Pazartesi, Aralık 11, 2006

Reklamcının sanat yağmacısı olarak portresi

Rude Goldberg’i bilir misiniz? Ya da W. Heath Robinson’u? En azından hepimiz onların alaturka versiyonu Zihni Sihir’i yakinen tanıyoruz. Goldberg ve Robinson'ın çizgide yaptıklarını, bir anlamda pratiğe döken İsviçreli iki sanatçı ise daha az tanınıyor: Peter Fischli ve David Weiss. Kinetik enerji ve kimyasal reaksiyonlara dayalı yerleştirmelerle ünlenen ikili, 1987’de bunun filmini de yaptı. 30 dakikalık Der Lauf der Dinge (The Way Things Go), sinema tarihinin en gerilim yüklü filmleri arasındaki yerini aldı. (Filmin bir bölümünü izlemek için >>.)
Şimdi bu zeka ve sabır oyununu paraya havale eden reklamcıların marifetini de bilmek istersiniz o zaman. Honda’nın 2003'te yaptığı The Cog adlı reklam filmini henüz izlemediyseniz, buyrun tıklayınBu tıklama ve izleme eylemiyle şirketin reklam kampanyasına, dolayısıyla filmin bütçesine katkıda bulunduğunuzu unutmadan!
Fischli-Weiss'in çalışmasından açıkça esinlenen bu reklam filmine dair verilen bilgilere güvenmek gerekirse: Tek planda çekilen 2 dakikalık filmde hiç bir bilgisayar grafiği, dijital numara, efekt, vs. -bir yerde ufak bir renk ayarı dışında- kullanılmamış. Reaksiyonların hepsi izlediğimiz şekilde, gerçek zamanlı olarak gerçekleşiyor. Düzenek için, iki adet Accord arabanın parçaları kullanılmış.
Film için, tam 606 çekim yapılmış. İlk 605 çekimde genellikle çok minik hatalar yüzünden başa dönülmüş; her seferinde düzenekler yeni baştan kurulmak zorunda kalınmış. Tahmin edeceğiniz gibi, haftalarca gece gündüz çalışan çekim ekibini afakanlar basmış. Prodüksiyon toplam 3 ay sürmüş.
Maliyetine gelince: 6 milyon dolar! Film Internet tarihinin en çok indirilen filmi haline gelerek kısa zamanda kendini amorti etmiş. Eh, ne de olsa onu bunca insana izletmek için şirket cebinden tek kuruş harcamıyor.
Bu arada... Fischli ve Weiss'in yapımcıları reklamda Der Lauf der Dinge'e hiçbir şekilde referans verilmemesine tepki gösterdi.
Dava açma girişiminde bulundu, ama küçük bir İsviçreli firma olarak Honda'ya kafa tutamadı. Honda bilindiği gibi bu yolda ilerlemeye devam etti, Civic için koro tarafından üretilen ses efektleri esprisini geliştirdi.

Bonus: Bu kadarı kesmediyse, Der Lauf der Dinge’in Japon versiyonlarına buyrun

Cumartesi, Aralık 09, 2006

‘Yolda’ ya da sabah 4 versiyonları

Yer Selanik, aylardan Kasım. Wim Wenders ve Walter Salles, ‘iğne atsan yere düşmez’ sözünün hakkını veren tıka basa meraklı dolu bir salona, sinema deneyimlerini ve yol filmlerinden ne anladıklarını aktarıyor. Dersimizin konu başlığı: ‘On The Road’… Derse günlerce hazırlanmış gibi, muhteşem bir diyalog içinde birbirlerine paslar atarak, filmlerinden parçalar izleterek salondaki kitleyi eşsiz bir yolculuğa çıkarıyorlar.

Yönetmenler söze, bütün yol hikayelerinin çıkış noktasının Yunanistan olduğunu, Odysseus’un Ithaka’ya dönüşünün sembolik önemini vurgulayarak başlıyor ve salondaki kalabalığı alıp Brezilya’nın bağrına, oradan motorsiklete atlayıp Patagonya’ya götürüyor. Derken bir vosvosa sığışıp iki Almanya’nın ortak sınırını oluşturan nehrin sularına gömülüyor, oradan ‘Dünyanın Sonuna Kadar’a açılıyoruz. Her yolculuk sonunda eve, Ithaka’ya ulaşıyor. Ve hep dendiği gibi, asıl yolculuk, yolun kendisi oluyor.

Salles, bir ara sözü alıp Motorsiklet Günlükleri ile ilgili bir anekdot aktarıyor. Filmin çekimlerine hazırlanırken müziklerin bir kısmını önceden ısmarlamış. Uruguaylı müzisyen arkadaşı Jorge Drexler’den de bir şarkı istemiş. Filmi ve nasıl bir şarkı istediğini anlatmış, ayrıca iki hafta gibi kısa bir süreleri olduğunu eklemiş. Olur demiş arkadaşı. Daha iki gün geçmeden, sabah saat 4’te Salles’in telefonu çalmış. Bir şey yazdım, demiş karşıdaki ses ve piyanoyla kaydettiği şarkıyı telefonda dinletmiş. Tamam, demiş Walles, hiçbir şeyini değiştirme, tam istediğim gibi!

Al Otro Lado Del Río (Nehrin Karşı Yakası) böyle çıkıyor ortaya. (Burada Wenders lafa karışıp bu şarkının Oscar kazandığını hatırlatınca, “Lütfen Wim… Ciddi şeylerden konuşalım!” diyor Walles.) Sonradan, Drexter şarkının doğru düzgün bir kaydını da gerçekleştiriyor, hatta birkaç ayrı kayıt yapıyor, gerçek enstrümanlar ve ufak tefek rötuşlarla… “Ne var ki,” diyor Walles, “bu kayıtlar bana fazla cilalı geldi. Sonuçta, filmde sabah 4’te kaydettiği versiyonu kullandık.”

‘Sabah 4 versiyonları’nın genelde en iyi versiyon olduğu tezi, Wenders başta olmak üzere salondaki herkes tarafından kabul görüyor. (Sahi algının kapıları neden hep geç açılır, esin perileri hangi vardiyayla çalışır bilinmez, ama şurası kesin: Yaratım işi uykusuz gecelerin işidir. En iyi şiirler, en güzel öyküler, en etkili notalar geceyi bekler genellikle. Biliriz ki, “Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim” diyen şair şiirine ‘bu sabah’ diye başlamaz hiçbir zaman. ‘Bu gece’ derken büyük ihtimalle sabaha karşıyı kast etse bile…)

Selanik’teki buluşmanın en hoş sürprizi, sona doğru Salles’in Jack Kerouac’ın Yolda’sı ile ilgili hazırlamakta olduğu ‘belgesel’in 10 dakikalık kaba kurgusunu izletmesiydi. İki yönetmenin ‘yol’ dersi, Wenders’in Salles’a dönük “Yolda’yı, sahiden senin çekmen lazım!” temennisiyle sona erdi. Hem Salles’a hem de seyirciye dönük yeni bir yolculuk çağrısıyla, yani… Tabi çağrı lafın gelişi: Çünkü kitabın telif haklarını 1979’dan beri elinde tutan Francis F. Coppola’nın ta geçen yıl Salles’la anlaştığı, uyarlama çalışmalarına başlandığı biliniyor.


Velhasıl bu da, bavulunu usulca toplamaya başlayan 2006’dan kalma öylesine bir anıydı işte...


(Bodrum'un yerel mecmuası İskele Meydanı'ndan alınmıştır. Kimi bölümler hafif çarpıtılmıştır...)

Gadjo-san goes to Japan


“Annem Osakalı bir tüccar ailesinden geldiği için samuray etiketinin ince detaylarına pek duyarlı değildi ve bu nedenle balığın tabağa ne şekilde konulması gerektiği konusunda bile babamdan hep azar işitirdi. 'Sersem, intihar etmemi mi istiyorsun yoksa?' Dinsel nedenlerle intihar etmeye karar verince, yenilecek son yemeğin belli kurallara göre sunulması bir samuray geleneğidir. Sanırım balığın tabaktaki duruş şekli babama intihar yemeğini düşündürürdü. […]
Ben hala intihar etmeye karar veren birisine son yemeğinde balığın nasıl sunulacağını bilmiyorum, çünkü filmlerimde böyle bir sahne çekmedim şimdiye kadar. Fakat genellikle balık sunulurken, ayıklanmasının kolay olması için, kafası tabağın soluna ve karnı size doğru gelecek şekilde servis yapılır. Ama eğer balık bir intihar yemeğinde veriliyorsa, sanırım kafası sağa ve karnı diğer tarafa gelecek şekilde servis yapılmalıdır, çünkü biraz sonra kendi karnını deşecek bir insanın, karnı deşilen balığı görmesi hayli duyarsızlık olacaktır. Bu benim varsayımım, ama tabii ki sadece bir varsayım.”

Akira Kurosawa, Kurbağa Yağı Satıcısı