Çarşamba, Temmuz 05, 2006

Eski filmler, eski defterler

Ara ara, insanın aklına eski filmlerden biri düşüveriyor öyle. O kadar da eski değil, üç beş yıl öncesinden diyelim. Vizyon cangılından hızlıca gelip geçmiş, şanslıysa bir kaç kişinin belleğinde iz bırakmış güzel mi güzel filmler... Onları unutmuş olmak bazen bir tür ihanet etmişlik duygusu yaratıyor. Beautiful People diye bir filmi hatırlayan var mıdır bugün? İşte bu minik cevheri şimdi hatırlamayı ve bu blogun bir avuç meçhul okuruna hatırlatmayı vicdani bir görev belledim, nedense. Harddiskin dip yerlerinde ağ bağlamış halde bulduğum aşağıdaki yazı 6 yıl kadar önce yazılmış. Hani nasıl derler, 'eski defterlerden'...

Aşkın ve savaşın gündüz ve geceleri

Bosna savaşının en kanlı günlerinde, New York Times gazetesinde ‘Eğer Bosnalılar Balina Olsaydı’ başlıklı bir yazı yayımlanmıştı. Yazar, balinalara duyulan yaygın sempati ile Batılıların Bosna’daki soykırım karşısında takındığı suskunluk arasındaki çelişkinin altını çiziyor ve "Eğer orada göz göre göre katledilenler insan değil balina olsaydı, katiller büyük olasılıkla daha büyük bir tepkiyle karşılaşırdı" demeye getiriyordu. Kitle duyarlılığının manipülasyonuyla ilgili daha güncel ve daha çarpıcı bir karşılaştırma: Kübalı bir çocuğu babasından koparmak için sokağa dökülen, ateşli kampanyalar yürüten ABD kamuoyunun göz yaşartıcı hassasiyeti, sözgelimi kendi yönetimlerinin ilaç ambargosu yüzünden Irak’ta her ay ölen 8 bin çocuk için neden işlemez?

Sonuçta, Bosna’da -ya da Irak’ta- yaşıyor olma bahtsızlığına uğramış binlerce insan balina olamamanın bedelini canlarıyla ödediler; kayıtsızlığın gölgesinde peş peşe işlenen katliamlara kurban gittiler. Güzel İnsanlar, tam da o yılları anlatıyor; Bosna’nın kana bulandığı, Sırp faşistlerin Srebrenica’da BM’ye bağlı ‘barış gücünün’ gözleri önünde binlerce sivili ‘temizlediği’ bir dönem... Fakat bütün bunlara uzak gibi gözüken bir yerde, Londra’dayız ve savaşı, cepheden değil (orada geçen kısa bölüm hariç) daha çok çevreye yaydığı titreşimlerden izliyoruz. Sadece savaş değil elbette; gündelik yaşama içkin şiddete, aşka, nefrete, ırkçılığa, yoz aristokrasiye, baskıcı aile reislerine, kısacası olağan bir toplumsal hayatın pek çok veçhesine tanık oluyoruz filmde. Kamera önündeki oyuncular durmadan değişiyor, kesik kesik öykücükler dönüşümlü biçimde akıp geçiyor. Ve çoğu birbiriyle ilintisiz görünen bütün bu insan manzaraları uzaktan gelen o kesif barut kokusuna bulanıyor bir şekilde. Denebilir ki, film tüm dağınık görüntüsüne rağmen yarattığı bütünlük duygusunu biraz da bu kokuya borçlu; bir de elden bırakmadığı kara mizahçı tavrına. Öte yandan filme yedirilmiş ne kadar gerçeküstücü öğe varsa (‘dazlak kafa’nın Rotterdam’daki futbol maçından dönerken dünyanın en sıcak noktasına, savaşın orta yerine düşüvermesi; hooligan ekibinin finale doğru bir anda sevgi kumkumasına dönüşmesi, vs.), hepsi gerçekliği zedelemek bir yana, tuhaf bir biçimde uzaktaki savaşın katılığını perçinliyor sanki.

Bu yazının başlığını ödünç aldığım Eduardo Galeano, kitaplarından birinin başında anımsamak fiilinin kökenini ‘anımsatıyordu’: Kelimenin Latincesi re-cordis, yani kalbi delip geçmek... Jasmin Dizdar, üzerinden beş altı yıl geçmiş bir trajediye Londra’daki gündelik yaşam gibi uzak bir noktadan bakmaya çalışırken, kısacık bir bölüm ekleyerek -genç kahramanıyla birlikte bizi paraşüte bağlayıp Srebrenica cehenneminin orta yerine fırlatarak- yakın tarihi anımsatacak bir kapı aralıyor. İşte kalbimizi delip geçen, trajediler karşısındaki kayıtsızlığımızı zarifçe yüzümüze tutan aslında yabancısı olmadığımız bir yığın görüntü, belleğimizin o aralık kapısından süzülüveriyor.

Filmin ruhunu belki de en iyi ele veren sahnelerken biri, heykeltraş kadının cepheden yeni dönmüş BBC muhabiri kocasının çantasından çıkardığı bombayı alıp dehşet içinde önündeki masaya, tam da minik bir heykelin yanına koyduğu sahne. Sanat yapıtının inceliği ile bombanın ölümcül estetiği yanyana geliyor bir kaç saniyeliğine ve şunu bir kez daha anlıyoruz: Savaşı yaşamakla TV’de izlemek arasında trajik bir uçurum var; en az kadının kullandığı heykel hamuru ile adamın çantasında taşıdığı bomba arasındaki kadar bir fark... Bu tür uçurumların farkında olsa bile, insan birtakım kanalları, köprüleri, vs. her daim açık tutabilir. Ve hayattan hoşnut olmanın bin bir yolu bulunabilir elbet. Bu da, filmin iyimserliğine uygun bir kıssadan hisse olsun. Filmin sonuna doğru doktorun ağzından dökülen cümleyi hatırlayalım:


“Hayat birazcık bile sizden yana olursa, güzelleşebilir.”

6 yorum:

Blogger Ç. diyo ki...

hatırlıyorum beautiful people'ı.

çok dehşetli resimler kalmış filmden aklımda. bosna diyince aklıma makedon sineması düştü benim. sana ne zamandır soracaktım...

sen manchevski'nin dust'ını izledin mi?

18 Temmuz, 2006 09:09  
Blogger gadjo diyo ki...

dust'i izledim, evet. hiç de sevmedim... izleyeli epey oldu aslında; aklımda kalan, manchevski'nin ilginç olabilecek bir öyküyü tuhaf bir western bulamacına dönüştürdüğü.
karton karakterlerden, yapmacık aksiyonlardan, gösterişli mizansenlerden oluşan naylon bir film olarak hatırlıyorum.
tabii bizde gösterilmemesi, kötü bir film olmasıyla ilgili olmasa gerek. gösterilseydi, muhtemelen 'ararat' için koparılan yaygaraya benzer bir tepki çekecekti. osmanlı ordusunun balkanlardaki uygulamalarını teşhir eden sahneleri yüzünden...
bu filmle ilgili kişisel bir anekdotu da 'nakledeyim' bari: filmin çekimleri devam ederken manchevski'nin asistanı, benden mehter marşı'nın kaydını istemişti. askeri müze'den cd'sini alıp yollamıştım ben de. ama hatırladığım kadarıyla filmde kullanılmadı o marş.

19 Temmuz, 2006 14:12  
Blogger Ç. diyo ki...

ben de kötü diye duymuştum film için. sorduğum kim varsa beğenmemişti. 99da mı 2000de mi henüz çekilirken, ben haberini yapmıştım o filmin... ama izlemedim bir türlü de, fırsat olmadı.

kino-eye'a başvuralım dedim hemen aklıma gelince.
:)

20 Temmuz, 2006 09:12  
Blogger gadjo diyo ki...

gururum okşandı şimdi, bir çeşit 'bir bilen' muamelesi görünce. eksik olma :)

bu arada, ne tesadüf ki ben de haberini yapmıştım o zamanlar!

hmm. hangimiz haber atlatmıştı acaba?..

(şu 'haber atlatma' da ne tuhaf deyimdir öyle? bir cambazlık gösterisinden bahseder gibi... neyse, çenem düştü.)

22 Temmuz, 2006 12:37  
Blogger Ç. diyo ki...

vallahi ben ajanstan geldiği anda yazdım haberini onun. hızlıyızdır biz.

radikal ve yeni yüzyıl'dan daha hızlıydık en azından onu biliyorum.

:)

24 Temmuz, 2006 15:22  
Blogger Ç. diyo ki...

hem ayrıca düşmedi çenen falan, şurada bizbize laflıyoruz işte!

:D

24 Temmuz, 2006 15:23  

Yorum Gönder

<< Home