sinema vs.

Çarşamba, Mayıs 24, 2006

Soundtrack party #2

Bahar geldi geçiyor demeye kalmadan yaza mı girdik ne... Geceler ılımaya başladığına göre, terasa çıkma zamanı gelmiş demektir.

Bu gece, Wim Wenders gecesi olsun! Açık havada, göğün altında kutlayalım. Önce en güzel filminden, Berlin Üzerinde Gökyüzü’nden hafif bir girizgah yapalım: Der Himmel Über Berlin. Arada Bruno Ganz kılıklı meleğimiz bizi Berlin göğü altında dolaştırsın ve şiirimsi bir şeyler okusun:

Çoçuk çocuk oldukta,
zaman, şu soruların zamanıdır:
Niye ben benim de
sen değilim?
Niye buradayım da
orada değilim?
Ne zaman başladı zaman,
nerede biter uzam?
Yalnızca bir düş mü
şu güneş altındaki yaşam?*

*çeviri: oruç aruoba

Sonra Until the End of the World’e geçelim hafiften. Gezintiye devam… Uçsuz bucaksız Avustralya çöllerinde yol alırken, oto teybinden Julee Cruise duyulsun: Summer Kisses Winter Tears.

Oradan The Million Dollar Hotel’in terasına çıkalım; sözlerini Salman Rushdie’nin yazdığı The Ground Beneath Her Feet’e eşlik edelim önce, soğuk biramızı yudumlarken. Güneşin doğuşunu izleyelim, varsın intihar öncesi bir melankoli sarsın ortalığı. (C. Ersöz tadında bir cümle oldu, ama olsun.) Farzedelim ki, Berlin’in meleği bu kez Los Angeles semalarında gezinmektedir. (peh, peh!)

Hal böyleyken, biraz geçmişe dönmekte beis yok. Summer in the City’deki The Kinks’e kulak verelim mesela; Sunny Afternoon. Roger Miller da King of the Road’uyla katılsın koroya… Ry Cooder’sız Wenders partisi olmaz derseniz, The End of Violence’tan bir parça borcum olsun, sonraki partiye… Gelen olursa tabi!

***

İyi ki hatırlattınız!.. Bugün Bob Dylan’ın 65. doğum günüydü, di mi? Hazır bir araya gelmişken, Easy Rider’da söylemek istemediği o harika şarkısıyla üstadın kulağını çınlatsak… Rivayete göre (Dennis Hopper’ın yalancısıyız) filmin sonunu beğenmediği için şarkıyı vermek istememiş, bu yüzden filmde vokali Byrds’den Roger McGuinn üstlenmişti. Üstelik çok da iyi bir yorumla: It's Alright Ma (I'm Only Bleeding)... Parçanın sonunda, filmin en sarsıcı sahnesinin sesleri de var. 68’li kahramanlarımız motosiklet üzerinde giderken, aniden… Tam da Bob Dylan’ın gıcık olduğu sahne!

Hayli karamsar bir parti oldu, yahu! İyi de, bu zamanda iyimser olmak ne mümkün… diyenler çıkabilir. Demeyelim, enseyi de karartmayalım. Son olarak, Dylan’ın aynı şarkı/şiir-inde yer alan, sonradan ABD’li politikacıların diline pelesenk olmuş dizeleri analım, sonra da dağılalım:

That he not busy being born
Is busy dying.


İyi ki doğdun, ahbap!

Pazartesi, Mayıs 22, 2006

Godard'ın ütopya gezileri

Paris'te olmak varmış şimdi. Ah, ahh... Retrospektifi geçtik, bari birileri şu sergiye gitse de bize anlatsa, ne güzel olur!

- Orda kimse var mı?..

Pazar, Mayıs 21, 2006

Bir nevi film analizi

Cahiers du Cinema dergisi, her yıl yaptığı gibi Cannes öncesine denk gelen “Sinema Atlası” başlıklı özel sayısında, sektörün dünya çapındaki envanterini çıkarmış. 2005 yılında üretilen filmlerin ülkelere göre dağılımı, hasılat durumları, yerli ve yabancı filmlerin gişedeki payları, vs. listelenerek bir çok ülkenin ulusal sineması üzerine değerlendirme yazılarına yer verilmiş.
2005’te üretilen film sayısına göre ilk 10 ülke sıralaması şöyle:

Çin: 2.601
Hindistan: 1.041
Tüm Avrupa: 931
ABD: 611*
Japonya: 356
Fransa: 240
Almanya: 202
İspanya: 142
Britanya: 123
İtalya: 90
(*2004 rakamı)


Demek ki ABD’den daha fazla film üreten ülkeler de varmış dünyada; Çin ve Hindistan gibi. Peki, geçen yıl ülkemizde mesela kaç adet Hint filmi izleyebildik? İzlemek bir yana, galiba herhangi bir Hint filminin adını bile duymadık.
Bu mutlak başarının altında, Da Vinci Şifresi gibi süprüntüleri üzerimize boca edip duran Hollywood’un pazarlama kabiliyeti yatıyor elbette. Ama, en uyduruk filmler hakkında bile çarşaf çarşaf yazılar döşemeyi, L.A. foseptiğinden çıkan her boku (çok affedersiniz!) allayıp pullamayı vazife edinmiş olan medyamızın da hakkını yemeyelim!

Bu arada, yerli filmlerin gişedeki payı sıralamasında da ilginç bir tablo çıkıyor ortaya:

Iran: % 99
ABD: % 95
Hindistan: % 95
Çin: % 68.5
Güney Kore: % 59
Türkiye: % 42
Japonya: % 41.3
Fransa: % 36.9
Hong Kong: % 35.1
Kamboçya: % 35

Şimdi eğri oturup doğru konuşalım: Bush'un ABD'si İran’a diş bilemesin de kime bilesin?

Cuma, Mayıs 19, 2006

Furuike ya, kavazu tobikomu, mizu no oto

Bozup sessizliğini
durgun gölcüğün
daldı suya kurbağa-
derinden bir ses.
başo

Çarşamba, Mayıs 10, 2006

Kadınlar sinema yapıyor!

Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali’ne dair, Ankara dönüşü otobüste çiziktirilmiş derkenar notları:

  • Aceleci bir tespit: Erkekler çoğunlukla filmlerini ‘başarı’ya bir adım daha yaklaşma, daha hırslıları turnayı gözünden vurma hevesiyle yapıyor sanki. Kadınlar ise -yine çoğunlukla- kendi dünyalarını yansıtmak, bir nebze de olsa değiştirmek arzusuyla… Erkekler kadınları filme çekiyor, kadınlar daha çok kendilerini… Bu nedenle örneğin “erkek filmleri”nden söz etmek ne kadar abes kaçıyorsa, “kadın filmleri festivali” o denli akla yatkın ve elzem bir şey haline geliyor. Sanki.
  • Türkiye’de son dönemde yapılan her 4 belgeselden neredeyse 3’ünün kadın yönetmenlerin elinden çıktığını biliyor muydunuz? Öğrenmiş oldunuz.
  • Tuhaf! Ankara sokaklarının insana güven veren bir havası var. Devleti her an arkanda (ensende?) hissetmekten midir acaba? Aslında gece vakti tekinsiz gelen bir tarafı da yok değil: İhtimal, aynı devlet “derin” bir sessizliğe büründüğü için…
  • Güldünya’ya seslenen o mektubu okumayan yoktur herhalde. İşte, insanın boğazında düğümlenen o satırların gencecik yazarı, kamerayı eline alıp kısa bir film çekmeye hazırlanıyormuş, ne güzel!
  • Uçan Süpürge FF sırasında el çabukluğuyla hazırlanmış bir afiş belirdi ortalıkta. Atıf Yılmaz’ın fotoğrafının altında bir not: “Kadınları seven, düşünen adamı kaybettik. Hepimiz çok üzgünüz.” İmza: Mine, Vasfiye, Belinda…
  • Bir kez daha tanık olduk ki, kadınlar harıl harıl film yapıyor.

Salı, Mayıs 09, 2006

Atıf-Yılmaz-Güney

“Eski yıllarda sinema yapmak isteyen bir genci, biz hemen çekiyorduk kendimize. Hatta istemeyenlere de gel bize katıl diyorduk. Açık bir ortamdı. Mesela Atıf Yılmaz’ı zorla sinemaya ittik.” --Ömer Lütfü Akad

“Ve Yılmaz Güney, bütün engellemelere, yasaklamalara rağmen arkasında toplumun çok çeşitli kesimlerini peşinden sürükleyen filmler ve unutulmayacak bir isim, bir efsane bırakarak gitti.” --Atıf Yılmaz

Cumartesi, Mayıs 06, 2006

Ay ışığı azabı

Anglosaksonların dilinde “moonlighting” diye tuhaf bir deyim var; insanın aklına ay, ışık, mehtap gibi şeyleri getiriyor, ama Redhouse’a bakılırsa “asıl işinin dışında da işler yapmak” anlamına geliyor.
Polonyalı usta Jerzy Skolimowski’nin 1982 tarihli Moonlighting diye bir filmi vardı işte. Jeremy Irons’ın en iyi rollerinden birinde bir ustabaşını canlandırdığı muhteşem bir hikaye anlatır. TV’lerimiz “Ayışığı” (bitişik olarak) diye çevirdiler; filmin içeriğinde bu isme dair en ufak bir ima olmadığı halde. Her neyse…
Filmde, Polonyalı bir diplomatın Londra’daki evinin tadilatını yapmak üzere Varşova’dan buraya yollanan dört garibanın ‘hayatta kalma’ mücadelesi anlatılıyor. İşçilerin dış dünyayla biricik bağlantısı, aralarında İngilizce bilen tek kişi olan ustabaşı, yani Jeremy Irons. Aksilik bu ya, tadilat işi sürerken memlekette darbe oluyor. Londra-Varşova uçak seferleri iptal ediliyor. Olayı TV ekranında tesadüfen gören ustabaşının etekleri tutuşuyor, durumu işçilere çaktırmamaya çalışıyor. Bundan sonrası, ustabaşının maiyetindeki üç işçiye bir şey sezdirmeme ve yabancı bir diyarda parasız pulsuz ayakta kalmak için durmadan zeka oyunları icat etme hikayesi…
Bu film nereden aklıma geldi şimdi? Şuradan: Evinden olmak berbat bir şey. Akabinde gelen taşınma işi daha da berbat bir iş. Böyle bir iş de yoktur zaten, ‘moonlighting’ bir uğraştır. Mecbur kalındığı için yapılır sadece. Edebi söylem düzeyinde sıkça romantize edilen yertsiz-yurtsuz olma hali de hiç matah bir şey değildir ayrıca. Hele de durduk yerde, kendi isteğin dışında evsiz barksız kalmak, yatağından, kitaplarından, adsl’inden bir süre de olsa uzak düşmek, özgürleşme falan değil fena bir esaret haliymiş meğer. Bu da böyle biline…
Uzatılmış bir ev arama/taşınma/tadilat/yerleşme sürecinin azabıyla yazılmış olan bu satırları, güzel bir güfteyle noktalayalım. Gittiğiniz bir film hakkında, söylemek isteyeceğiniz her şeyi çok daha iyi söyleyen bir yazıya -en güzel yazılar onlar değil midir zaten- denk gelmek istiyorsanız ve de gözünüzden kaçtıysa, şöyle buyrun… Son günlerde okuduğum en oturaklı film analizi diyebilirim. Dedim de.