sinema vs.

Pazar, Temmuz 30, 2006

İsrailli sinemacılardan Lübnanlı ve Filistinli sinemacılara mektup

“Biz aşağıda imzası bulunan İsrailli sinemacılar, Arap Sinema Bienali için Paris’te buluşan Arap sinemacıları selamlıyoruz. Şu anda ülkemizin ordusu tarafından kuşatılan ve bombalanan Lübnanlı ve Filistinli meslektaşlarımıza sizin aracılığınızla, bir dostluk ve dayanışma mesajı iletmek istiyoruz.

İsrail politikasının, son haftalarda yeni doruklara ulaşan vahşet ve zulmünü kesinlikle onaylamıyoruz. Hiçbir şey, Filistin’de devam eden işgal, kuşatma ve baskıyı haklı gösteremez. Hiçbir şey, Lübnan ve Gazze’de sivillerin bombalanarak altyapının tahrip edilmesini de haklı gösteremez.

Kendi aramızda izleyip elden ele dolaştırdığımız filmlerinizin, kendi gözlerimiz için son derece önemli olduğunu izninizle belirtmek isteriz. Onlar sizi daha iyi tanıyıp anlamamızı sağlıyor. Onlar sayesinde, ordumuzun şiddetini icra ettiği Gazze, Beyrut ve diğer yerlerdeki erkek, kadın ve çocuklar birer isim ve yüz kazanıyor. Size teşekkür etmek ve bütün zorluklara rağmen film çekmeye devam etmeniz için sizi cesaretlendirmek isteriz.

Kendi adımıza, giderek yükselen sesimiz ve kişisel eylemlerimizle, işgale duyduğumuz şiddetli tepkimizi filmlerimiz aracılığıyla ifade etmeye devam edeceğiz. Bölgenin bütün insanları için özgürlük, adalet ve eşitlik özlemimizi dile getirmeye de devam edeceğiz.”

Nurith Aviv, Ilil Alexander, Adi Arbel, Yael Bartana, Philippe Bellaiche, Simone Bitton, Michale Boganim, Amit Breuer, Shai Carmeli-Pollack, Sami S. Chetrit, Danae Elon, Anat Even, Jack Faber, Avner Fainguelernt, Ari Folman, Gali Gold, BZ Goldberg, Sharon Hamou, Amir Harel, Avraham Heffner, Rachel Leah Jones, Dalia Karpel, Avi Kleinberger, Elonor Kowarsky, Edna Kowarsky, Philippa Kowarsky, Ram Loevi, Avi Mograbi, Jud Neeman, David Ofek, Iris Rubin, Abraham Segal, Nurith Shareth, Julie Shlez, Eyal Sivan, Yael Shavit, Eran Torbiner, Osnat Trabelsi, Daniel Waxman, Keren Yedaya
>

Perşembe, Temmuz 20, 2006

One picture is worth a thousand words

© Ares...

Çarşamba, Temmuz 05, 2006

Eski filmler, eski defterler

Ara ara, insanın aklına eski filmlerden biri düşüveriyor öyle. O kadar da eski değil, üç beş yıl öncesinden diyelim. Vizyon cangılından hızlıca gelip geçmiş, şanslıysa bir kaç kişinin belleğinde iz bırakmış güzel mi güzel filmler... Onları unutmuş olmak bazen bir tür ihanet etmişlik duygusu yaratıyor. Beautiful People diye bir filmi hatırlayan var mıdır bugün? İşte bu minik cevheri şimdi hatırlamayı ve bu blogun bir avuç meçhul okuruna hatırlatmayı vicdani bir görev belledim, nedense. Harddiskin dip yerlerinde ağ bağlamış halde bulduğum aşağıdaki yazı 6 yıl kadar önce yazılmış. Hani nasıl derler, 'eski defterlerden'...

Aşkın ve savaşın gündüz ve geceleri

Bosna savaşının en kanlı günlerinde, New York Times gazetesinde ‘Eğer Bosnalılar Balina Olsaydı’ başlıklı bir yazı yayımlanmıştı. Yazar, balinalara duyulan yaygın sempati ile Batılıların Bosna’daki soykırım karşısında takındığı suskunluk arasındaki çelişkinin altını çiziyor ve "Eğer orada göz göre göre katledilenler insan değil balina olsaydı, katiller büyük olasılıkla daha büyük bir tepkiyle karşılaşırdı" demeye getiriyordu. Kitle duyarlılığının manipülasyonuyla ilgili daha güncel ve daha çarpıcı bir karşılaştırma: Kübalı bir çocuğu babasından koparmak için sokağa dökülen, ateşli kampanyalar yürüten ABD kamuoyunun göz yaşartıcı hassasiyeti, sözgelimi kendi yönetimlerinin ilaç ambargosu yüzünden Irak’ta her ay ölen 8 bin çocuk için neden işlemez?

Sonuçta, Bosna’da -ya da Irak’ta- yaşıyor olma bahtsızlığına uğramış binlerce insan balina olamamanın bedelini canlarıyla ödediler; kayıtsızlığın gölgesinde peş peşe işlenen katliamlara kurban gittiler. Güzel İnsanlar, tam da o yılları anlatıyor; Bosna’nın kana bulandığı, Sırp faşistlerin Srebrenica’da BM’ye bağlı ‘barış gücünün’ gözleri önünde binlerce sivili ‘temizlediği’ bir dönem... Fakat bütün bunlara uzak gibi gözüken bir yerde, Londra’dayız ve savaşı, cepheden değil (orada geçen kısa bölüm hariç) daha çok çevreye yaydığı titreşimlerden izliyoruz. Sadece savaş değil elbette; gündelik yaşama içkin şiddete, aşka, nefrete, ırkçılığa, yoz aristokrasiye, baskıcı aile reislerine, kısacası olağan bir toplumsal hayatın pek çok veçhesine tanık oluyoruz filmde. Kamera önündeki oyuncular durmadan değişiyor, kesik kesik öykücükler dönüşümlü biçimde akıp geçiyor. Ve çoğu birbiriyle ilintisiz görünen bütün bu insan manzaraları uzaktan gelen o kesif barut kokusuna bulanıyor bir şekilde. Denebilir ki, film tüm dağınık görüntüsüne rağmen yarattığı bütünlük duygusunu biraz da bu kokuya borçlu; bir de elden bırakmadığı kara mizahçı tavrına. Öte yandan filme yedirilmiş ne kadar gerçeküstücü öğe varsa (‘dazlak kafa’nın Rotterdam’daki futbol maçından dönerken dünyanın en sıcak noktasına, savaşın orta yerine düşüvermesi; hooligan ekibinin finale doğru bir anda sevgi kumkumasına dönüşmesi, vs.), hepsi gerçekliği zedelemek bir yana, tuhaf bir biçimde uzaktaki savaşın katılığını perçinliyor sanki.

Bu yazının başlığını ödünç aldığım Eduardo Galeano, kitaplarından birinin başında anımsamak fiilinin kökenini ‘anımsatıyordu’: Kelimenin Latincesi re-cordis, yani kalbi delip geçmek... Jasmin Dizdar, üzerinden beş altı yıl geçmiş bir trajediye Londra’daki gündelik yaşam gibi uzak bir noktadan bakmaya çalışırken, kısacık bir bölüm ekleyerek -genç kahramanıyla birlikte bizi paraşüte bağlayıp Srebrenica cehenneminin orta yerine fırlatarak- yakın tarihi anımsatacak bir kapı aralıyor. İşte kalbimizi delip geçen, trajediler karşısındaki kayıtsızlığımızı zarifçe yüzümüze tutan aslında yabancısı olmadığımız bir yığın görüntü, belleğimizin o aralık kapısından süzülüveriyor.

Filmin ruhunu belki de en iyi ele veren sahnelerken biri, heykeltraş kadının cepheden yeni dönmüş BBC muhabiri kocasının çantasından çıkardığı bombayı alıp dehşet içinde önündeki masaya, tam da minik bir heykelin yanına koyduğu sahne. Sanat yapıtının inceliği ile bombanın ölümcül estetiği yanyana geliyor bir kaç saniyeliğine ve şunu bir kez daha anlıyoruz: Savaşı yaşamakla TV’de izlemek arasında trajik bir uçurum var; en az kadının kullandığı heykel hamuru ile adamın çantasında taşıdığı bomba arasındaki kadar bir fark... Bu tür uçurumların farkında olsa bile, insan birtakım kanalları, köprüleri, vs. her daim açık tutabilir. Ve hayattan hoşnut olmanın bin bir yolu bulunabilir elbet. Bu da, filmin iyimserliğine uygun bir kıssadan hisse olsun. Filmin sonuna doğru doktorun ağzından dökülen cümleyi hatırlayalım:


“Hayat birazcık bile sizden yana olursa, güzelleşebilir.”

Pazartesi, Temmuz 03, 2006

Futbol, sadece futbol değildir

Filistinli blogger Muhammed Ömer, Refah'tan bildiriyor. Gazze Şeridi'nde dünyanın gözleri önünde yaşanan katliamı içeriden aktarıyor, gün be gün...

Bu arada, İsrail ordusunun keskin nişancıları M-16'larıyla futbol oynayan Filistinli çocukları avlarken, Arsenal takımı İsrail'in turizm sponsorluğunu üstlenmiş bulunuyor.